
23 Ekim 2009 Cuma
BANKA DİYALOGLARI
- Kaç Para ?
- Pardon ????
- Borcum... Kaç para kardesim ???
- Beyefendi, Siz kimsiniz ???
- ..... şerefsizleri ............ .... günde 10 sefer arıyorsunuz borcu ne zaman yatırıcan diye simdi de tanımıyormusunuz.
- Beyefendi küfretmeyin günde binlerce insan arıyor nerden bileyim siz kimsiniz?
- Selim Yurd... Ben...
- Kayıtlarınıza Ulaşıcam bi saniye Evet 1350 lira 80 yeni kuruş borcunuz var...
- Bu mu yani olay ??? Koca banka ben Parayı verince rahatlaycak mı ?
- Beyefendi... Bu bir borç ve gecikmiş bir borç ödemeniz gerekir...
- Ben de biliyorum onun için aradım iste. Adamı hasta ettiniz be..10 gündür.. Neyse Yolla Birini Alsın Parayı..
- Beyendi siz getireceksiniz parayı...
- Ne demek yolla birini alsın parayı.. bir de orda sıra bekliycem...
oldu be, dükkanımı kapatayım... Şubeden birini gönderin öyle ise... Bi de akıl veriyor... ben söyledim siz gelip almadı nız .... Arayın beni de isteyin parayı... Alırsınız Babayı...
10 Ağustos 2009 Pazartesi
7 Ağustos 2009 Cuma
30 Temmuz 2009 Perşembe
MISIR PİRAMİTLERİ TÜRKİYE’DEN KAÇIRILDI
Başörtülü kızlar kiminle evlenecek?
Büyük toplumbilim üstadı Pierre Bourdieu sınıfsal bakış açısını derinleştirip detaylandırırken, kolaylıkla fark edilebilecek çok açık bir yöntem takip eder aslında. Önce Marx'tan devraldığı sermaye kavramını masaya koyar, ardından ise bunu Weber'den mülhem statü kavramıyla cilalamak için düşüncesini çeşitlendirmeye başlar. Ve bu esnada özellikle altını çizmek istediği en önemli noktalardan biri ise, simgesel göstergelerin kişilerin günümüz güç ilişkileri içerisinde etkin bir role sahip olmalarının en önemli şartlarından olduğudur. Yani Bourdieu'ya göre sermaye doğrudan para ya da üretim araçlarıyla sınırlandırılamaz. Toplumsal ilişkilerin, kültürel birikimin, liberalizm gibi uyduruk ideolojilerin ya da moderniteye karşı bir direnç mekanizması gibi duran dini inançların dahi sermaye olduğu durumlardan söz edilebilir.
Son zamanların popüler tartışma konularından olan “Başörtülü kızlar kiminle evlenecek?” ya da “Başörtülü kızlarla kim evlenecek?” sorularına da bu perspektiften yanıt aramaya kalkarsak, her iki sorunun da altında yatanın; “İyi” bir evlilik yaparak sınıf atlamanın kadınlara özgü sermaye kullanım yollarından biri olarak ön plana çıktığı gerçeği olduğunu görebiliriz.
Allah; “Yürü ya kulum” diyor;
Şurası tartışma götürmez bir gerçek ki, '80 öncesi İslamcı grupların en temel vasfı, kapitalizm karşıtı olmalarıydı. Bunlar, her ne kadar kapitalizme alternatif güçlü bir muhalif söyleme sahip olmasalar dahi, komşu ülkelerdeki İslami hareketlerin yürüttüğü görece başarılı olarak değerlendirilebilecek direniş hareketlerinin de etkisi ile en azından sisteme muhalif özelliklerini koruyorlardı. Ve sol hareketlerin tüm dünyada ezici bir üstünlüğe sahip olduğu söz konusu dönemde, kapitalizm karşıtı muhalefet içerisinde söylem belirlerken İslami kaynaklar dışında Marksist literatürden de büyük oranda faydalanan İslamcılar, öz vatanında parya diğer binlerce genç gibi samimi, çokça heyecanlı hatta biraz romantik ancak mutlak surette iyi niyetli bir çabanın aktörleri olarak kazınıyorlardı hafızalarımıza.
Ancak tek suçu ülkesini ve insanlarını sevmek olan binlerce gencin üzerinden buldozer gibi geçen '80 darbesi bu grupları da dağıttı. Türkiye'deki siyasi hareketlilik üzerinde yaşanan büyük tasfiye sürecinin ardından, radikal ve sistem karşıtı siyasal İslam'ın etkisini yitirmeye başlaması ile beraber, sistemle barışık yeni sınıf Müslümanlar için, yerel yönetimlerden iktidara kadar uzanacak yolun ilk adımları da arşınlanmaya başladı. Dolayısıyla, tıpkı Che Guavera'nın zamanla romantik bir figür haline dönüşmüş olması ya da Marx'ın '80 sonrası “Bezgin Bekir” solcularımızın masalarının vazgeçilmez mezesi haline gelmiş olması gibi, Hasan el Benna, Seyyid Kutup ya da Ali Şeriati gibi büyük İslami şahsiyetler de bu yozlaşmadan nasibini almaya başladı. Zira Türkiye İslamcılığının büyük oranda kapitalizme entegrasyon süreci başlamıştı artık. İktidar hırsının sözde ilerleme diye yutturulmaya çalışıldığı o söylemler, kapitalizmin soluduğumuz havaya kattığı o berbat kısırdöngü, tozu dumana katan o fırtına, o sisli-puslu ortam bir zamanlar kendisine karşıt olan tüm ideolojileri baş döndürücü bir hızla asimile etmeye başlamıştı.
Ali'nin ölümü ve yerine “Müteahhit Ali”nin doğması da böylece gerçekleşti işte.
Müteahhit Ali'nin hikayesi zorlu bir çabaydı. Ona sorsanız basit bir sınıf atlama ya da kolay bir “yırtma” hikayesi değil, büyük mücadelelerle dolu bir suyun öteki yanına geçiş hikayesiydi. Evvelce sistemin üvey evladı olan bu insanlar, zaman içerisinde kapitalist sistemin kodamanları haline gelerek almaya başlıyorlardı sistemden intikamlarını adeta. Çok değil, henüz yakın bir zamana kadar Asr-ı Saadet hayalleri kuran insanlar, bugün entegre oldukları sistemin uysal yapıtaşları haline geliyorlardı.
Bu dinin dünyevi hesabıydı.
Bu; “Hayat sana istediklerini sunmazsa, o halde sen kopar al kardeşim” demenin İngilizcesiydi.
Bu bir “Amerikan Rüyası”ydı.
Ve bu, tıpkı Pierre Bourdieu'nun bir vakitler söylediği gibi, toplumsal ilişkilerin, kültürel birikimin, ya da moderniteye karşı bir direnç mekanizması gibi duran dini inançların dahi zamanla sermaye olabileceğinin alamet-i farikası idi.
“İyi” bir evlilik için ideal damat adayı; Ali değil müteahhit Ali;
Bugün pek çokları tarafından ideal bir eş olarak nitelendirilen müteahhit Ali, üniversite mezunu, hatta yurtdışında eğitim almış, az biraz da gezmiş-görmüş muhafazakar etikete sahip insanlar olarak çıkıyor karşımıza. Ve bunları da İslami 'kültürel sermaye' olarak değerlendirmek pekala mümkün aslında. '80 darbesinin ve ardından gelen entegrasyon sürecinin yarattığı etki ile radikalizmi azalan ve çareyi küresel sisteme entegre olmakta bulan bu insanlar, doğal olarak İslami sermayenin ya da yerel siyasi yönetimlerin de ideal yönetici adaylarından. Hele de, İslami cemaat ve gruplar arasında gün geçtikçe çoğalan dayanışmayı ve ticari popülariteyi-sosyal sermaye paylaşımını göz önünde bulundurursak, bu insanların önlerinin iyiden iyiye açık olduğunu söylemek dahi gereksiz. İşte bu yüzden sözde reformist bir görünüm sergileyerek, kolaylıkla yeni zevkler ediniyorlar ve konformist bir yaşamın sakin sularına kendilerini bırakıyorlar. Zira amaçlanan, kapitalizme ya da moderniteye karşı gelmek değil tüketim kültürüne ait kavramlarla İslam'ı tanımlama gizli gayreti içerisinde olmak.
Günümüz modern ya da muhafakazar kadınının en temel ortak zaafı olan “İyi bir evlilik yaparak sınıf atlama güdüsü” ise işte tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Zira kadınlar hangi kesimden olursa olsunlar, kapitalist sistemin tahakkümü altında olduklarının farkında olmaksızın geçiriyorlar zamanlarını. Bunların pek çoğu, sistemin artan tüketimle doğru orantılı güç kazanacağından dahi habersiz. Yani mağazaları hınca hınç dolduran indirim günlerinin ya da sevgililer günü gibi bir takım saçma sapan adetlerin tamamen bu kültürün birer parçası olduğunu, kapitalizmin ise tıpkı deri değiştiren bir yılan gibi sürekli kendini yenileyerek, süründükçe hatta sarsıldıkça daha da güçlenerek hayatımızdaki yerini daha da sağlamlaştırdığını göremiyorlar.
Göremedikleri için de bugün İslami sermayenin ya da yerel yönetimlerin ideal yönetici adayları olan genç Müteahhit Ali'ler, tüm bu zaaflarını karşılayacak bütçeye sahip ideal birer eş adayı olarak süslüyor hayallerini.
Oysa hayalini kurdukları lüks yaşamı kendilerine sağlayabilecek olan Müteahhit Ali, öte yandan her adımda ironik biçimde çokça eleştirdiği seküler yaşam tarzına daha fazla yaklaşıyor.
Ve evet İslamcılar artık başı açık kızlarla da evleniyor. Söylendiği gibi artık sosyal ortamlarda, iş hayatında, hatta sokakta kendisine “ayakbağı” olacak bir başörtülü kız istemiyor, bunun yerine “görenlerin her defasında üzerinde iyi duruyor” diyecekleri süper “comfartable” hatunları tercih edebiliyorlar…
İyi de durum bu diye feryat etmenin alemi yok…
Sinir yapmanın ya da “Beni al… Beni al… Onu alma…” şeklinde sızlanmanın ne lüzumu var?
Sakın bu telaşın sebebi “Zengin koca adaylarını birer birer kaptırıyor olmak” olma korkusu olmasın?
Yok, eğer öyle değilse, hiç endişelenmeye de gerek yok…
Zira evlenmek isteyene eş çok, çok olmasına da…
Bilmem ki, Allah'ın yürü ya kulum dediği müteahhit Ali'ler kadar becerikli olamayan fakir Müslüman gençlerle kim evlenecek ?
not:alıntıdır
28 Temmuz 2009 Salı
MEMATİNİN ŞARKISI BU ŞEHİR GİRDAP GÜLÜM
DURSUN ALİ ERZİNCANLI GELSEYDİN
bilgisayar terimlerinin osmanlıca mealleri
ÇİFT TIKLAMA: TIKIRT-ÜL TEKERRÜR
ADMİNİSTRATOR : SAHİP-UL EDEVAT
23 Temmuz 2009 Perşembe
onlar öndeler onlar öncüler
11 Temmuz 2009 Cumartesi
NECİP FAZIL KISAKÜREK ANISINA

26 Mayıs 1905’te İstanbul’da doğdu. 25 Mayıs 1983’te İstanbul’da yaşamını yitirdi. ve biz onu rahmet le anıyor ve hasretle arıyoruz
Gençliğe Hitabe
Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre... Birincisi iki buçuk asır... Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet... İkincisi üç asır... Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet... Üçüncüsü bir asır... Allahın, Kur'ân'ında 'belhüm adal-hayvandan aşağı' dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret... Ya dördüncüsü? .... Son yarım asır! .. İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet... İşte tarihinde böyle dört devre bulunduğunu gören... Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilâkı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik...
Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün 'dikey'leri 'yatay' hale getirecek bir çığlık kopararak 'mukaddes emaneti ne yaptınız? ' diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...
Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik...
Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında 'Hakimiyet Hakkındır' düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik...
Emekçiye 'Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın! ' diyecek... Kapitaliste ise 'Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın! ' ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...
Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk'ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezheb, ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâmda olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik...
'Kim var? ' diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert 'ben varım! ' cevabını verici, her ferdi 'benim olmadığım yerde kimse yoktur! ' fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...
Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usûle, stratejiye uygun bir gençlik...
Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik...
Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hâsılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik...
Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara 'siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi! ' diyecek ve gerçek müslümanlığın 'nasıl'ını ve 'ne idüğü'nü her haliyle gösterecek bir gençlik...
Tek cümleyle, Allahın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlariyle manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve O'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik...
İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodomanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! Allahın selâmı üzerine olsun...
Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es! ...
Necip Fazıl Kısakürek
6 Haziran 2009 Cumartesi
5 Haziran 2009 Cuma
4 Haziran 2009 Perşembe
3 Haziran 2009 Çarşamba
2 Haziran 2009 Salı
1 Nisan 2009 Çarşamba
SINAV SORUSU
> > için sınava girer.
> > Tabiat bilgisinden sorular ve cevaplar şöyle:
> > -Soru Mide ne iş yapar?
> > -Cevap Sindirim yapar, yediklerimizi öğütür.
> > -Soru 'Akciğer ne iş yapar?'
> > -Cevap Solunum yapar, bizi yaşatır.
> > -Soru Kalp ne iş yapar?
> > -Cevap Dolaşım yapar.
> > -Soru Beyin ne iş yapar?
> > -Cevap Bizim apartmanda kapıcılık yapar.
ÇİN BAMBU AĞACININ İLGİNÇ HİKÂYESİ
Toprağa buğday veya nohut, fasulye ektiğinizde bunların çimlenmesi çok kısa sürer. 15 gün, bir ay veya en geç iki ay da filizlenip büyümeye başlar. Emek verenlerin hemen yüzlerini güldürürler.
Şimdi de Çin bambu ağacına gelelim. Bunun tohumunu toprağa dikiyorlar. Sulanıyor, gübreleniyor. Üç ay geçiyor, filizlenme yok. Yine sulanıyor, bakımı yapılıyor. Altı ay geçiyor, hâlâ filizlenme yok. Yine sulanıyor, bakımı yapılıyor. filizlenme yok. Bir sene geçiyor, yine yok.
Çoğumuz bir sene geçtiği halde diktiğimiz şey filizlenmiyorsa bırakırız ve bakımından vazgeçeriz. "Demek ki bu yetişmeyecek!" deriz. Ama Çinliler sabırlı insanlar. Sabırlı oldukları, çok zahmetli iş olan ipek üretiminden belli.
Çin bambu ağacı bir yıl, iki yıl, üç yıl, dört yıl ve nihâyet beş yıl boyunca filizlenmiyor. Ama beşinci yılın sonunda tohum topraktan çıkıyor, filizleniyor. Çinliler tam beş yıl sabrediyorlar.
Peki, sonra ne oluyor biliyor musunuz? Altı haftada 27 metre uzuyor. Evet yanlış okumadınız. 27 metre.
Şimdi şöyle bir düşünelim: Bu ağaç altı haftada mı büyüdü? Yoksa beş yıl + altı haftada mı?
Evet, sabır ve sebât öyle bir tılsımdır ki, kendini yenen kazanır, kendine yenilen kaybeder.
GÜL YAPRAĞI
kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini
konuşmadan açıklayabilmekti.
Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı, kapıda öylece durdu
ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi
bir tokmak veya çan, zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı. İçerideki budist
rahip, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz
konuşmaları başladı.
Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre
kayboldu. Sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı
yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz
demekti.
Yabancı, tapınağın bahçesine döndü. Aldığı bir gül yaprağını kabin içindeki
suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı
içerideki budist rahip saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye
aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.*